Covid-19 Mücadelesi ve Doğal Kaynak Kullanımı
Hülya ULUSOY
Uzman
Yatırım Destek Ofisi
hulya.ulusoy@izka.org.tr
İnsanlık çok zor bir süreçten geçiyor. Ancak bu sürecin ileride daha büyük sınavlara dönüşmemesi için COVID-19’la sürdürülmesi gereken mücadeleye rağmen unutulmaması gereken başka zorluklar da var: Uygarlığımızın karşısındaki ve aslında uygarlığımızın neden olduğu en önemli tehdit: İklim Değişikliği ve Çevresel Bozulma.
Tüm dünyayla birlikte ülkemiz de COVID-19’la ilgili önlemler alıyor ve önerilen önlemleri küresel bir sorumlulukla uygulamaya ve yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bu önlemlerin başında, kişisel hijyene her zamankinden daha fazla özen gösterilmesi, temas kaçınılmazsa plastik eldiven kullanılması, hasta veya kalabalık ortama giren kişilerin maske kullanması ve ellerin herhangi bir temas sonrasında veya sık sık 20 sn yıkanması geliyor. Uzmanlar, alışveriş yaparken (dönüşte yıkanması sağlanamayacaksa veya teması önlenemeyecekse) kumaş torbalar yerine plastik torbalar kullanılmasını ve alışveriş sonrasında teması önleyecek şekilde poşetlerin çöpe atılmasını öneriyor. Sadece kişisel değil, kamusal ve kurumsal düzeyde de pek çok önlemler alınıyor. Merkezi ve yerel kuruluşlar sürekli ortak alanlara yönelik hijyen çalışmaları yapıyor ve özel sektör üretim merkezlerinde de benzer uygulamalar yürütülüyor. Yoğun bir şekilde su ve kimyasal madde kullanılıyor.
Ancak bunlar uygulanırken geleceğimizi ilgilendiren önemli hatalar yapılıyor. Su sonsuz bir kaynakmış gibi kullanılıyor; normal sabun yeterliyken doğaya zararı çok yüksek ürünler tercih ediliyor; plastik poşetler, eldivenler ve maskeler geri dönüşüm süreçlerinden uzak şekilde çöplere (hatta yerlere) atılıyor. Suyun kısıtlı bir kaynak olduğu, çevreye verilen zararın hem su kalitesini bozduğu hem de iklim değişikliğini hızlandırdığı unutuluyor. Eğer kaynaklarımızı bu şekilde yönetmeye devam edersek suyun kullanımında önemli kısıtlamalarla karşılaşmamız mümkün ve bu tarz bir durumla karşılaşırsak COVID-19’la mücadelenin nasıl bir boyut kazanacağını sorgulayacak şekilde çok boyutlu düşünülmesi ve hareket edilmesi gerekiyor.
Yerkürede doğal kaynaklar kısıtlı, ancak Türkiye’de ve özellikle İzmir’de su kaynakları kritik seviyede az. Yapılan pek çok çalışma İzmir’in kıtlık seviyesinde su rezervlerine sahip olduğunu belirtiyor.
Bu konuya dikkat çeken ilk çalışmalardan biri, İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nin “Türkiye’de Suyun Durumu ve Su Yönetiminde Yeni Yaklaşımlar: Çevresel Perspektif”(İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği, 2014)isimli çalışmasıydı. Bu çalışmaya göre; havzalarda kişi başına su potansiyeline bakıldığında, Küçük Menderes Havzası “mutlak su kıtlığı”, Gediz ve Büyük Menderes Havzaları ise “su kıtlığı” değerlerinde suya sahip ve bu durum İzmir’i su potansiyelinde ülkenin en zayıf bölgesi haline getiriyor.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 2018 yılında tamamladığı “Küçük Menderes Havzası Kuraklık Yönetim Planı” (Tarım ve Orman Bakanlığı, 2018) da İzmir’de sorunlara dikkat çekiyor. Bu planda, metodolojik bir yaklaşımla havzanın su varlığı ve su kullanımı tespit edilerek hem su kullanımına hem de iklim değişikliği ve yağışlara yönelik gelecek projeksiyonları yapılmış. Bu plana göre, halihazırda, Havzanın kullanılabilir su potansiyeli 1158,89 hm3 ve Havzada mevcut su kullanımları toplam 1228,00 hm3’tür. Bu durumda, Havzada tüketim dışı kalan kullanılabilir toplam su potansiyeli -70,38 hm3’tür. Bu sonuçlar Havzada su potansiyelinin negatif olduğu, mevcut durumda havza su potansiyelinin tüketimleri karşılayamadığı anlamına geliyor.
Küçük Menderes Havzasında yeraltı suyundaki azalma da oldukça önemli bir seviyededir. 34 yeraltı suyu kuyusunda yapılan araştırmaya göre 30 kuyuda çok belirgin azalma eğilimleri tespit edilmiş. Bunun yanında, yüzeysel su kaynaklarında da içme ve kullanma suyu kalite kategorisi A3 düzeyinde; bu kategori içme ve kullanma suyu olarak en kötü seviye olup ancak fiziksel ve kimyasal arıtma, ileri arıtma ve dezenfeksiyon ile içilebilir su kalitesi anlamına geliyor.
Bu veriler bize zaten kısıtlı olan su varlığımızın tüm sektörlerce ve toplumun tüm kesimlerince ölçüsüz bir şekilde kullandığını hem de kirletildiğinin bir kanıtı. Bunun yanında, su varlığımızı tehdit eden farklı bir etmen daha var: İklim Değişikliği.
Yine Tarım ve Orman
Bakanlığı tarafından yürütülen “Küçük Menderes Havzası
Su Tahsis Planı Hazırlanması Projesi kapsamında gerçekleştirilen Su Tahsis
Planı Kuraklık Analizleri” (Tarım ve Orman Bakanlığı, 2019); sıcaklıktaki değişimlerin
önemli etkileri olacağını belirtiyor. Çalışmaya göre, gelecek dönem kuraklık
analizlerine bakıldığında, sıcaklık artışlarının ve yağışta azalmaların genel
kanının aksine oldukça yakın bir dönemde etkisini hissettireceği yönünde.
Havzanın, 2030 yılında “şiddetli kuraklık” koşullarını görmeye başlayacağı ve
2053 senesinde ise “çok şiddetli kuraklık” seviyeleri ile karşılaşacağı bekleniyor.
Benzer sonuçları, Ajansımızın Dünya Bankası işbirliği ile gerçekleştirdiği “Küçük Menderes Havzasında Kritik Tarımsal Ürünlerde Risk Analizi – KAPRA Projesi” (Dünya Bankası, 2018) kapsamında yapılan analizlerde de görmek mümkün. Bu çalışmanın amacı, Küçük Menderes Havzasında kritik tarımsal ürünlerin tespit edilmesi, iklim değişikliğinin bu ürünler üzerindeki etkisinin belirlenerek dayanıklılık önerilerinin geliştirilmesi ve böylece bu ürünlerin sürekliliğinin sağlanmasıdır. Bu çalışmada farklı bir metodolojiyle iklim değişikliği, yağış ve sıcaklık projeksiyonları yapıldı.
Çalışmaya göre, yüzyılın sonuna doğru Havza’da yıllık ortalama sıcaklıkları günümüze kıyasla 2 °C ila 6 °C arasında artacak, yaz mevsimi sıcaklık artışları kış mevsimi sıcaklık artışlarından daha fazla olacak. En uzun kurak dönemin uzaması, en uzun yağışlı dönemin kısalması ve aşırı yağışlı günlerin artması bekleniyor. KAPRA analizlerinde, Havza’da 2022 yılından başlayarak “sürekli olarak” “orta ve şiddetli/ekstrem kuraklık koşulları” öngörülmekte. Ayrıca, temmuz ve ağustos aylarında Havza’da sıcaklığın “aşırı dikkat” edilmesi gereken seviyeye girebileceği belirtiliyor. Bu çalışma, Su Tahsis Planı Kuraklık Analizleri sonuçlarına benzer şekilde; 2030’dan itibaren Havza’da genel olarak “sürekli bir su açığı” ve “şiddetli kuraklık koşulları”nın etkili olacağını söylüyor. Bu durum sonucunda ise yer altı suları, nehir ve göller seviyesinde keskin düşüşler bekleniyor.
Yukarıda değindiğim çalışmalar ve başta Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi tarafından yürütülen “Değişen İklim Koşullarına Uyumlu, Kesintisiz Tarımsal Üretim Amaçlı Kuraklık Yönetimi Önerisi, Küçük Menderes Örneği” Projesi olmak üzere, pek çok çalışma da farklı metodolojiler kullanarak benzer sonuçlara dikkat çekiyorlar.
İzmir’de su varlığının kıtlık seviyesinde, su kalitesinin en kötü kategoride, iklim değişikliğinin sıcaklık ve yağış koşullarının yakın gelecekteki su varlığını tehdit edecek şekilde gelişeceği belirtiliyor. Bu durum tarımsal üretimin, dolayısı ile gıda sürekliliğimizin, çoğu suya bağımlı sanayi üretimimizin önünde önemli tehditler oluşturmakta. Ve en önemlisi COVID-19’la mücadele düşünüldüğünde, şu anda yaşamakta olduğumuz salgın benzeri durumlara olan kırılganlığımızı artırmakta.
Veriler bize olumlu bir tablo çizmiyor, ancak bu durumu değiştirme şansımız var. Sürdürdüğümüz yaşam biçimi ve ekonomik faaliyetleri dönüştürebilir, su ve karbon ayak izimizi azaltacak şekilde bir sosyo-ekolojik dönüşüm gerçekleştirebiliriz. Sanayide ve tarımda bu dönüşümü sağlayacak farklı teknoloji ve yöntemler var. Bunları destekleyecek pek çok araştırma, bilgi ve ulusal/uluslararası finansal kaynak var. Önemli olan farkında ve kararlı olmak. Bir ekosistemin parçası olduğumuz, her yaptığımız hareketin bir sonucunun olduğu, yaşam döngüsü içinde bu sonucun bir gün bizi mutlaka etkileyeceğini düşünerek harekete geçmeliyiz. Gezegenimizi korumanın, COVID-19’la mücadele sürecinden ayrı düşünülemeyeceği ve benzer şekilde bireysel sorumluluğumuzun toplumsal ve küresel bir yansıması olduğu unutulmamalıdır.
Kaynakça
- Dünya Bankası, 2018: Report on the Financial Resilience of Key Agricultural Products to Climate Change, yayınlanmamış çalışma.