/  Sürdürülebilir Kalkınma   /  Virüs Salgını Vesilesiyle; Kent ve Bölgelerin Bağışıklıklarının Güçlü Olması Ne İfade Ediyor?

Virüs Salgını Vesilesiyle; Kent ve Bölgelerin Bağışıklıklarının Güçlü Olması Ne İfade Ediyor?

Ekrem AYALP
Uzman
Proje Uygulama ve İzleme Birimi

ekrem.ayalp@izka.org.tr

Tarih boyunca krizler ister ekonomik nedenli ister doğa olaylarından kaynaklı, isterse de terörizm gibi insan yapımı gerekçelerle olsun gündelik hayatın ve özellikle son birkaç yüzyıldır bu hayatların yığılmanın mekanları olarak yaşandığı yerler olan kentlerin olağan işleyişinde önemli değişikliklere yol açmıştır. Salgın hastalıklar, büyük yangınlar benzeri olaylar, hijyen sağlamaya yönelik altyapıların oluşturulmasını, afetlerin oluşma gerekçelerini asgari seviyeye çekecek ve acil müdahaleyi etkin kılacak mekânsal düzenlemeleri içerecek biçimde kentlerin planlanması ve kent mekanının tasarlanmasını gündeme getirmiştir. Benzer şekilde teknolojik gelişmeler de kent ve bölgelerin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını sağlayabilmektedir; demiryolları tarafından şekillenen mekânsal örüntülerin otomobilin seri üretimi sonrasında değişimi ya da dijital teknolojilerin son yıllarda gündelik hayatımız, rutinlerimiz ve ihtiyaç tanımlamalarımız üzerindeki etkileri gibi…

İnsanların ve insan yerleşimlerinin giderek daha fazla birbiri ile temas ve etkileşim halinde olduğu çağımızda, karşı karşıya kaldığımız Covid-19 virüs salgını bizlere yaşamlarımızı, üretken olan ve olmayan faaliyetlerimizi, geleceğe ilişkin beklentilerimizi, önceliklerimizi, hedeflerimizi ve nihayetinde bunları gerçekleştirecek kapasite ve becerilerimizi yeniden değerlendirmeye zorluyor. Elbette öncelikle hayatta kalmak ve sonrasında da toparlanmak için yapılması gerekenlerin neler olduğunu düşünmek durumundayız. Bu, bireysel ölçekten başlayan ve iktisadi, sosyal ve kültürel bakımlardan birçok başka düzeyde ilişkili olduğumuz, bize ait olan yapıların ve mekanizmaların sürdürülebilirliği ile ilgili. İçerisinden geçtiğimiz sürece ilişkin olarak üzerinde uzlaşılan en temel tespit, bu sürecin ne şekilde ilerleyeceğine yönelik belki de tarihte yaşanan en derin öngörülemezlik hallerinden birisi ile karşı karşıya olunması. Olağan işleyişi duraksatan kişisel ve kurumsal tedbirler neticesinde kimlerin, hangi iktisadi faaliyetlerin, hangi sosyal pratiklerin ne şekilde ve ölçüde etkilendiğini şu anda tespit etmek bir zorluk iken, gerçekleşeceklere yani geleceğe yönelik kestirimler yaparak gelişmeleri yönetmek ve denetlemek de bu öngörülemezlik nedeniyle her zamankinden daha zor olabilecektir.

Kentsel ve bölgesel sistemlerin artan belirsizlik ve karmaşıklık koşullarında nasıl davrandıklarının araştırılması ya da bu davranış olasılıklarının belirlenmesi ve yönlendirilmesi ile farklı gelişim senaryolarının geliştirilmesi konuları kentsel ve bölgesel kalkınma ve planlama yazınında uzunca sayılabilecek bir süredir gündemdedir. 1990’lara değin görece kapalı sistemler olarak kavramsallaştırılan kent ve bölgelerin, kısaca küreselleşme diyebileceğimiz gelişmeler neticesinde giderek birbirleri ile daha karmaşık ve bağlayıcı ilişkiler içerisine girmiş oldukları bilinmektedir. Diğer taraftan, sosyo-mekânsal oluşumlar olan bu yerlerdeki farklı aktörlerin tercihleri ve davranışlarının da sistem işleyişine içkin olduğu kuramsal alanda kabul görmüş, dolayısıyla bu açık sistemlerin özgül ve kendi kendini örgütleyen nitelikleri olan karmaşık sistemler olduğu belirtilmiştir. Karmaşık sistemlerde, karşılaşılan yeni durumlar karşısında verilen tepki ve uyum gösterme neticesinde dışsal bir müdahaleye gerek duymaksızın kendi kendini örgütlemesi ve sonrasında da yeni koşullara uygun biçimde kendisini yeniden yapılandırmayı gerçekleştirmesi beklenir. Covid-19 virüs salgınına benzer krizlerle başa çıkmak ve benzerlerinin ileride de gerçekleşeceği gerçekliğiyle beraber yaşamayı öğrenmek, kentsel ve bölgesel sistemlerin gün geçtikçe daha sıklıkla karşılaşacağı bir olgu olacaktır. Bu bağlamda, kalkınma ve planlama yazınında da ‘resilience’ (direnç, uyum, esneklik, bağışıklık) kavramı güncel bir tartışma alanı olarak ortaya çıkmıştır.

Görülme sıklığı ve derinliği giderek artan ekolojik bunalımlar, afetler ve bunların yönetilmesi sorunsalına yanıt arayışları doğrultusunda ortaya çıkan ‘uyum kapasitesi- resilience’ kavramı daha sonraları, iktisadi krizlerin kent ve bölgesel sistemler üzerindeki farklılaşan etkilerinin ve bu sistemlerin yeniden toparlanma becerilerindeki farklılaşmaların sorgulanmasına yol açmış ve ekonomik uyum ve esneyebilirlik konusu gündeme gelmiştir. Artan ekolojik ve ekonomik bunalımların yönetilebilmesi, Eraydın’ın (2011:202) ifadesi ile “belirleyici güçler ile rastlantısal olaylar, yapısal etkenler ile bireysel eylemler, doğrusallık ile olumsallık arasındaki karşılıklı etkileşimi de dikkate alan ve olası bir yıkımı engelleyebilmek üzere beklenmedik şokları karşılayabilecek, mekansal birimlerin sürekli olarak değişen koşullara uyum sağlayabilmelerini ve evrilebilmeleri kolaylaştıracak ‘esnek-uyum’ yaklaşımını gerekli kılmaktadır” (Eraydın, 2011).

İktisadi olarak bir bölgenin dış etkiye hazırlıklı olması, tepki vermesi ve bu etki sonrasında kendini toparlama becerisi bakımından başarı göstermesinin arkasında yatan etmenler yazında; güçlü bir bölgesel yenilik sisteminin olması, öğrenen bölge olunmasını sağlayan özelliklerin varlığı, modern ve verimli ulaştırma ve iletişim altyapılarının bulunması, yetenekli, girişimci ve yenilikçi işgücünün mevcudiyeti, akıllıca sermaye sağlayan bir finansal destek sisteminin olması ve tekil değil çeşitlenmiş bir ekonomik kapasitenin varlığı olarak özetlenebilmektedir (Taşan Kok, 2016). Bu ve benzer niteliklerin kriz anında ve sonrasındaki toparlanma evresinde ne yönde ve ölçüde etkili olduğu her bir bölgede farklılık gösterebilmektedir. Örneğin Eraydın (Eraydın, 2013), Türkiye’deki 26 bölgenin yakın tarihli ekonomik krizler ve sonrasındaki performanslarını incelediği çalışmasında ekonomik çeşitlenmenin kriz döneminde değil, kriz sonrası dönemdeki büyüme için önemli olduğunu, teşvik tedbirlerinin ise krizde olumlu bir etki yarattığı saptanırken, kriz sonrasında tüm kamu politikalarının büyümedeki etkilerinin beklentilerin tersine önemli olmadığının görüldüğünü ifade etmektedir.

Bölge ekonomilerinin krizlere ne şekilde tepki verdiğine ilişkin olarak yazında öne çıkan değerlendirme çerçevesini ortaya koyan Eraydın, sistemlerindış etkilere karşı koyma bağlamı olduğunu belirtir ve bu karşı koyuşta belirleyici olan etmenler, bölgelerin kırılganlık boyutu (lokasyon, sektörel kompozisyon, vb.) ile ilişkilendirilebilir. Bir ikinci bağlam yeniden toparlanma gücüdür ve bölgenin kaynaklarının (fiziksel, sosyal, beşeri, mali) ne olduğu ile ilişkilenir. Üçüncü bağlam yeniden örgütlenmedir ve bu o bölgenin uyum kapasitesi (uzmanlaşma – çeşitlenme ikilemi, sektörlerin teknoloji-yoğun ya da emek-yoğun olması, yönetişimin gelişmişliği, vb.) ile bağlantılıdır. Son olarak, kriz öncesi büyüme doğrultusunu değiştirmeye olanak veren ‘yenilenme’yi gerçekleştirmek için eylemler ve politikaların ne şekilde gerçekleşeceği belirleyici olacaktır. Bu son boyut aslında, her ölçekte kurumlarımızı, değerler sistemimizi ve normlarımızı, alışkanlıklarımızı gözden geçirmenin en temel güncelimiz olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. Yenilenme, en başta da ifade ettiğimiz üzere, geleceğe ilişkin beklentilerimizi, önceliklerimizi, hedeflerimizi ve nihayetinde bunları gerçekleştirecek kapasite ve becerilerimizi yeniden değerlendirmeyi zorunlu koşarken, kalkınmanın temel sorunsalı olan, kaynakların nasıl kullanıldığı, toplumsal olarak ne şekilde bölüşüldüğü ve bu üretim ve paylaşıma ilişkin pratikler gerçekleşirken güç dengelerinin nasıl oluşturulduğunun önemini ifade etmektedir. Kaynakların (iktisadi, ekolojik, sosyal, teknolojik, vb.) nasıl kullanılacağı ve dağıtılacağı teknik bir husus değil, aksine doğrudan değerler sistemi ile ilişkilidir (Sen, 1999).  

Değerler sistemini yenilerken de örneğin ekolojik yaklaşım ve değerleri mevcut genel geçer yaklaşımlara eklektik biçimde eklemek yerine, yeni değerler sistemine içsel bir öğe olarak yapılandırmak gereği güncel yaşadığımız krizlerle beraber daha çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. “Nasıl ki beden sağlığımız için neredeyse her gün yeni bir isimle karşımıza çıkan bir diyet programından başka bir diyet programına geçmek yerine, sağlıklı beslenmeyi bir yaşam biçimi haline dönüştürmemiz gerekiyorsa..” (Paker, 2017), insan yerleşimlerini, kentleri ve bölgeleri daha dirençli hale getirebilmek için insanlığın yapması gereken kökten bir zihniyet değişikliğine gitmesi gibi görünmektedir. Benzer şekilde, elbette ki güncelin gerektirdiği sıcak sorunların üstesinden gelmek için acil teknolojik, medikal çözümler üzerinde çalışılacaktır ancak, sorunları yaratan mevcut düzenimizi değiştirmemiz bundan sonra bir zorunluluktur denilebilir (Sert, 2020). Dolayısıyla dikkatimizi ve ilgimizi bu zorlu değişimi nasıl yapabileceğimiz üzerine odaklamak gerekiyor. Çünkü salgın sonrası yaşamlarımızın yeni biçimi için alışıldık ve geçici çözümler ne pahasına olduğu etraflıca değerlendirilmeksizin, Sert’in de belirttiği gibi hemen hazırda; insansız fabrikalar, online toplantılar ve eğitimler, vb. teknolojik imkanlar değerler sistemimizi kuvvetlendiren, kolaylaştıran durumlarda kullanılacak ve daha yenilikçi çözümler de araştırılacak, ancak sorulması gereken bir soru daha var; yaşamak istediğimiz yer, yani geleceğin kentleri ‘akıllı’ olacak mutlaka ama yalnızca bol cam, bol çelik, bol chip, bol gözleyen mercek ve mesafeli yaşamlardan mı ibaret? Sokaklarımızı, şehirlerimizi geri almamız, güven duygusunu yeniden tesis etmemiz ve Richard Sennett’in muhteşem eseri ‘Kamusal İnsanın Çöküşü’ne bir kez daha dikkat kesilmemiz gerekiyor.  

Covid-19 virüs salgını döneminde sosyal medyada ve akademide yapılan tartışmaları takip ettiğimizde, önümüzdeki dönemde gündemimizde yer alması en muhtemel bazı konular yüzeye çıkmaktadır. Bakıldığında bunların neredeyse tümü kent ve bölgelerin dirençliliği, bağışıklığı ve esenliği ile doğrudan ilintilidir. Sıklıkla değinilen konulardan birisi, insani kalkınma yaklaşımının değerler sistemimizin merkezine oturtulması gerekliliğidir. Dolayısıyla sürdürülemez olan ve aşırı tüketimi teşvik eden ekonomik sektörlerde küçülmeye gidilirken, kritik kamu sektörleri denilebilecek enerji, eğitim, sağlık ve diğer sosyal politika alanlarında doğru yatırım ve yenilikçi arayışlara gidilmesi gerektiği söylenebilir. Lüks tüketim ve seyahatin azaltılması da yine yeni dönemde esaslı politika değişikliklerini gerektiren hususlar olarak belirtilmektedir (Hollanda Merkezli Akademisyenlerden 5 Maddelik Bildiri, 2020). Bir diğer can alıcı konu tarım ve gıda sektörleri ile ilişkilidir. Gıda güvencesi ve güvenliğine ilişkin herkesin endişe duymakta olduğu bir deneyim yaşamaktayız. Endüstriyel tarım ve hayvancılığın köklü biçimde sorgulanması gerekliliği vurgulanırken (Temürcü, 2020), yenileyici agro-ekolojik tarım yöntemlerinin yaygınlaştırılması, kısa ürün zincirlerini gözeten kapsamlı yerel gıda planlaması çalışmalarının yapılması, tarımsal üretimde görünmez olan ve arz istikrarında da çok önemli bir yeri olan mevsimlik işçilik, çocuk işçiliği, mülteci emeği gibi alanlarda, adil ve insana yaraşır üretim pratiklerinin hayata geçirilmesi ve günümüz salgın koşullarında halk sağlığı bağlamında bu hususların ciddiyetle ele alınması gerekiyor. Tarım ve hayvancılık, ekolojinin korunması ve ekolojik değerlerin geliştirilmesi ile doğrudan ilgili, ancak tek belirleyicisi değil elbette. Dolayısıyla genel anlamda müştereklerimizin, yani, su kaynaklarımızın, topraklarımızın, ormanlarımızın, meralarımızın artık belki de her birisine hassas ekosistemler olarak yaklaşmak ve biyo-çeşitliliği ve onun sürdürülebilirliğini geçici ve marjinalleşmiş çabaların ötesinde her hamlemizde gözetmemiz gerekiyor. Kentlerimiz ve bölgelerimizde bütüncül yeşil ve mavi alanlar oluşturmak da yaşanabilir insan yerleşmeleri ve ekosistemi için önümüzde duran bir başka gündem olacaktır (WRI Türkiye Sürdürülebilir Şehirler, 2020).

Kent ve bölge sistemlerinin krizlere karşı güçlü bağışıklıklarının olması için gerekli koşullardan en önemlisi belki de öğrenen sistemler olabilmeleri ile ilişkilidir. Kendi kendini örgütlemekte muhtelif durumlarda başarılar elde edebilen sistemlerin, öğrenmeyi gerçekleştiremedikleri durumda bu başarılarını tekrarlayabilme olasılıkları düşük olmaktadır. Karmaşık sistemler olarak kent ve bölgelerin öğrenmesi de ancak büyük verinin yönetilebilirliğindeki başarı ile mümkün olabilecektir. Bir acil durum ya da afet yönetimi bağlamında büyük verinin ve onun şeffaf ve etkili kullanımının ne denli önemli sonuçlar doğurabildiğine ilişkin olarak Covid-19 virüs salgınında Güney Kore pratiğine çokça dikkat çekilmiştir (Pandemi Şehircilik Anlayışını Nasıl Değiştirecek?, 2020). Yoğun ve açık veri temelinde oluşturulacak sistemlerin, olmakta olanı doğru tespit ederek analiz imkânı tanıması ve planlama ve eylem kapasitesini güçlendirmesi beklenir. Bu bağlamda hem verinin üretimi hem de işlenerek değerlendirilmesi bağlamında topluluk tabanlı veri setlerinin oluşturulması, açık inovasyona imkân sağlayan altyapıların geliştirilmesi ve işbirliğine dayalı bir topyekun kalkınma pratiğini mümkün kılacak yani herkesin oyunda olduğu arayışlara yoğunlaşılması gündeme alınmalıdır.

Kaynaklar:

Yorum Yaz